GECENİN ilerleyen saatleriydi… Kanepeye uzanmış, çekirdeğimi yanıma almış, sevdiceğim filmlerden birini izlemeye hazırlanıyordum. Hangisi mi? Merakta bırakmayayım sizi, Sidney Lumet’den “Köpeklerin Günü” (Dog Day Afternoon). Hani şu Al Pacino’nun ‘aşkı için banka soyduğu’ şaheser. Epeydir de izlememiştim filmi, yeniden tozunu almak iyi gelecekti, hem ona hem de bana. Keyfim yerindeydi anlayacağınız.
Film başladığında keyfim katlanmıştı, Elton John’dan “Amoreena” eşliğinde dalıp gitmiştim bir kez daha “Köpeklerin Günü”ne. Alttakilerle üsttekilerin tezatını keskin anlarla veren açılıştaki kent manzaraları, iki saat boyunca göreceklerime de enfes bir giriş yapıyordu. Ya da ben öyle sanıyordum!
Henüz açılış görüntülerinin heyecanını yaşamakla meşguldüm ki, aniden donup kaldım. Coşkun bir nehir misali akmaya hazırlanan, sinema sanatına duyduğum sevdayı bir kez daha belgelemeyi uman ben, ciddi ve düşünceli bir tavra bürünmüştüm. Okumaya devam et →
ADAPAZARI’NDA bir yazlık sinema, istasyonun karşısındaki Arzu Sineması… Annemle babamın ellerine yapışarak adım attığım esrarengiz bir dünyaydı benim için burası, her geldiğimde adeta aklımı uçuran. Öyle Amerikan filmlerindeki gibi ‘arabalı’ falan değil tabii; yüksek duvarlarla çevrilmiş bir alan, film gösterimi için bir tarafı devasa boyutlarda yükseltilmiş. Haliyle bembeyaz badanayı yemiş o yüksek duvar, ama yazın ilerleyen günlerinde filmlere eşlik eden lekelere bulanmış olması da şanından! Tahta sandalyelerde gazoz içip çekirdek içleyerek film izlenen ve tabii fosur fosur sigara da içilen bu atmosferde küçük bir çocuk olmanın avantajlarını tahmin edersiniz. Uzun uzun anlatmaya gerek yok, ama en güzelini söyleyeyim: Film izlerken annemle babamın kucağına uzanıp şekerleme yapmak. Tarifi yok o enfes uykunun! Artık herhangi bir şekilde yaşanamayacak olması da içimi acıtmıyor değil…
Beş ya da altı yaşındayım… Yazlık Arzu Sineması’ndayız gene. Bunu duyan da zırt pırt sinemaya gidiyoruz zannedecek! İyisi mi, kendimizi ‘şanslı’ hissettiğimiz akşamlardan biriydi deyip yanlış anlamaların önüne geçeyim… Alain Delon ve Jean-Paul Belmondo’lu bir film olduğunu biliyorum da, hangisiydi emin değilim, “Borsalino” olabilir. O olsun lütfen! Okumaya devam et →
Not: 7/10
2015 İtalya-Fransa-İsviçre-İngiltere, 124 dk.
Yönetmen: Paolo Sorrentino
Oyuncular: Michael Caine, Harvey Keitel, Rachel Weisz, Paul Dano, Jane Fonda, Roly Serrano, Alex Macqueen, Madalina Ghenea, Luna Mijovic, Ed Stoppard, Paloma Faith
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Sert İkili / Tough Guys (1986)
Yönetmen: Jeff Kanew
PAOLO Sorrentino, önceki filmi “Muhteşem Güzellik”in (La Grande Bellezza) mükemmele yakın tema-biçim bütünlüğünden sonra, bir kez daha benzer bir temaya el atıyor “Gençlik”le (Youth). Akıp giden zamanın farklı şekillerde yıprattığı karakterlerinin ‘bugün’e dair tasarruflarını ameliyat masasına yatıran yönetmen, uzun yıllardır sıkı fıkı arkadaş olan iki ana karakteri iki uca fırlatarak yapıyor bunu. Biri geçmişe takılıp bugünü unutmuş görünüyor, diğeri ise geçmişin tortusuyla bugünü yaşamanın derdinde. En azından ilk izlenim olarak görünen bu. İlk izlenim dedik ya, sonrasında bunun yanıltıcılığıyla yüzleşiyor ve karakterlerin pozisyon değişimine tanıklık ediyoruz. Okumaya devam et →
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR! Çark / The Wheel (1987) Yönetmen: Muzaffer Hiçdurmaz
TÜRKİYE’DE işçi olmayı hep bir parantezin içinde anmak zorunda kalıyor, işçiye reva görülenleri anlatırken yutkunmaya takılıyor ve cümlenin arka planını unutuyoruz. ‘Ölmek’, en çok da onların fıtratında hacimli bir yer kaplıyor oysa, hem de ‘yok’ pahasına. ‘Cinayet’ kavramını doyasıya ‘yaşıyor’ işçiler, arkalarında bıraktıkları devasa inşaatın harcına kattıkları kanla lanetliyorlar düzeni, faydasız kanat çırpışlarıyla birer ikişer düşüyorlar… Ülkenin işçiyle sınavından çakmayı bir alışkanlık haline getirdiği de hesaba katıldığında, bu resme hangi açıdan yaklaşsak olmuyor, parçalar bir türlü yerine oturmuyor. Okumaya devam et →
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Embers (2015)
Yönetmen: Claire Carré
HAFIZALARIN ‘şaşakaldığı’ bir toplumuz, kuşku yok buna. Neyi hatırladığımızdan ziyade ‘nasıl’ hatırladığımız ya da hatırlatıldığı önemli oluyor çoklukla. Kişisel ya da toplumsal tarihimizi manipüle etmek de sıkça başvurduğumuz bir yöntem. Olanı olmamış ya da olmayanı olmuş gibi göstermek hastalığı tedavi edilemez boyutta. Bunlar yetmezmiş gibi, olanı ‘başka türlü olmuş’ inancıyla/ihtirasıyla dillendirmek ya da kayıtlara geçirmek de tedavülde hâlâ. İçine hapsolduğumuz distopya kapımızı çalıp içeri girmiş anlayacağınız, hafızalarımızı yeniden programlamak için.
‘Kaygılı’ genç bir kadın Ceylan Özgün Özçelik. Nasıl kaygılı olmasın ki! Devletin ‘silme’ hastalığının bireylere sirayet ettiği bir toplumda yeşerme çabasında. Derdini, tasasını dillendirdiğinde anlaşılmayacağını ve hatta görülmeyeceğini biliyor. Bunu sinema yoluyla yapmaya çalıştığında da pek bir şeyin değişmediğini, duyuları körelmiş bireylerden oluşan bir toplumu uyandırmanın mümkün olmadığını görüyor/görecek.
Ceylan Özgün Özçelik’in ilk uzun metrajlı kurmacası “Kaygı”, bu ruh haliyle çekilmiş bir film izlenimi veriyor. Bir şey söylerken ‘duyulmayacağını’ bilen bir ruh haliyle. Ama tarihe yedinci sanat aracılığıyla not düşmek de küçümsenecek bir şey değil. Ne de olsa, harcanmak için var ‘çaba’ ve karşılığının nasıl/ne zaman geleceğini bilemeyiz. Okumaya devam et →
Not: 6/10
2016 ABD, 129 dk.
Yönetmen: Ben Affleck
Oyuncular: Ben Affleck, Zoe Saldana, Sienna Miller, Elle Fanning, Chris Cooper, Brendan Gleeson, Chris Messina, Remo Girone, Robert Glenister, Matthew Maher, Miguel J. Pimentel
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Havana (1990)
Yönetmen: Sydney Pollack
SEBEPLERİ ne olursa olsun, Ben Affleck isminden ‘kıl kapılması’ adetten oldu epeydir. Evet, ‘usta’ bir aktör değil (birçokları gibi) ve belki ‘usta’ bir yönetmen de değil, ama işini pamuklara sarıp sarmalayarak yaptığı da bir gerçek!
Elimizdeki bu ‘bilgi’yle yola çıktığımızda ise ondan ‘kıl kapmak’ için bir sebep göremiyoruz. Aksine, özellikle yönetmen olarak daha çok filme imza atması gerektiğini düşünüyoruz. İnce eleyip sık dokuyan doğasının onu yönelttiği hedeflerle daha sık haşır neşir olmak istiyoruz hatta.
Neyse… Ben Affleck güzellemesi yapmak değil derdimiz tabii, ama bu konuya dair birkaç şey söylemeden de geçmek istemedik! Ve söyledik, rahatladık! Okumaya devam et →
Stefan Zweig’ın 1922 tarihli novellası ‘Amok Koşucusu’, handiyse ‘feminist’ bir metnin çıkmaz sokaklarına hapsediyor bizi, keder ve coşkuyu aynı paragrafların içine sıkıştırarak.
STEFAN Zweig’ın ‘tutku’sunu okumak, cümlelerinin arasına sıkışmış ‘özgür ruh’u açığa çıkarıp kendi ruhumuza yapıştırmak biraz da. Boyutları belirsiz bir küpte mahsur kalmanın klostrofobisinden kaçmak ne kadar zorsa, Zweig’ın metinlerindeki ‘tutku’ya kapılıp sürüklenmeden sıyrılmak da bir o kadar zor. Yağlı direğin üzerinde denize doğru koşan yarışmacı gibi, kaç adım atacağınızı bilemeden yürüyorsunuz onun yarattığı atmosferlerde, en nihayetinde düşeceğinizden emin bir şekilde. Önemli olansa düşerken alacağınız hasar; ne kadar ‘ağır’ olursa tahribat, sizin için o kadar iyi, o kadar ‘parlak’. Zweig’ın ‘hafif’ olduğunu söyleyenlere ise bir çift lafımız bile yok, onları kendi cehennemleriyle baş başa bırakmak en iyisi, en güzeli…
Yazarın 1922 tarihli novellası ‘Amok Koşucusu’ (Der Amokläufer), bahsettiğimiz ‘tutku’nun üzerimizde oluşturduğu baskıyı, önüne geçilmez baş dönmesini en iyi yansıtan metinlerden biri. 60 sayfalık bu ‘küçük’ şaheser, bir erkek ve bir kadın hikâyesi anlatıyor belki, ama geniş perspektifte ‘bir’ olmanın resmi gibi adeta. Okumaya devam et →
Not: 6/10
2016 ABD-Yunanistan, 85 dk.
Yönetmen: Ira Sachs
Oyuncular: Greg Kinnear, Jennifer Ehle, Paulina García, Theo Taplitz, Michael Barbieri, Alfred Molina, Talia Balsam
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Yaşamaya Değer / Le Hérisson (2009)
Yönetmen: Mona Achache
SİNEMA sanatının ‘anı değiştirme’ gücüne hayran bir yönetmen Ira Sachs ve bunun sözde kalmasına izin vermeyip filmlerine yansıtmayı da başarıyor. Geçen yılın başlarında Türkiye’de ‘sancılı’ bir gösterime girme süreci yaşayarak karşımıza gelen önceki filmi “Aşk Başkadır”la (Love Is Strange) takdirimizi kazanan sinemacı, yeni filmi “Küçük Adamlar”la (Little Men) da istikrarını sürdürüyor.
Evrimin insan üzerindeki etkisinin çok da ‘büyük’ olmadığını kanıtlayan bir film “Küçük Adamlar”. İnsanoğlunun ‘vahşi’ içgüdülerinin koşullardan bağımsız bir şekilde hareket ettiğini, ‘vicdan’ın aldığı pozisyonun pek de ehemmiyet kazanmadığını belgeliyor bir yandan da. Sınıfsal temelde ezberlenen ‘kıyıcılık’ refleksinin hiç de ayak diremeden devreye girdiği bir resmin üzerinde yapılanıyor bu film. Okumaya devam et →
Not: 6/10
2015 ABD, 156 dk.
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Tom Hardy, Domhnall Gleeson, Will Poulter, Forrest Goodluck, Paul Anderson, Kristoffer Joner, Joshua Burge
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Vahşi Adam / Man in the Wilderness (1971)
Yönetmen: Richard C. Sarafian
OSCAR’LARDA Leonardo DiCaprio’ya uzun zamandır beklediği ödülü getirmesine kesin gözüyle bakılan “Diriliş” (The Revenant), klasik bir kurtuluş/intikam hikayesi anlatırken, bunu ‘en zor’ koşullar içine yerleştirmeyi uygun görüyor. Bu zorluk, doğal olarak filmin teknik/plastik düzeyini de belirliyor ve yapımı bu anlamda epeyce yukarılara çekiyor. Beyaz adamın yerliler üzerindeki tahakkümüne ya da sistematik soykırımına dair bazı şeyler söyleyecekmiş gibi yapsa da, asıl meselesinin yarım ölçek kurtuluş, yarım ölçek de intikam olduğunu göstermekte gecikmiyor film. Leonardo DiCaprio ile Tom Hardy arasında sık sık rollerin değiştiği bir rotası var hikayenin, karanlıkla aydınlığın da mütemadiyen yer değiştirdiği. Bu durum, hikayeyi ‘bildik’ sularda tutuyor ama basitleştirmiyor, derinliğine zarar vermiyor. İki adamın iki buçuk saatlik serüveni, insana dair birçok aydınlık ve karanlık durumu da beraberinde getirirken, özellikle Guillermo Arriaga’lı ilk döneminde ‘kötülük’ten beslenen Alejandro González Iñárritu’yu da benzer bir pozisyona çekiyor. Son filmlerinde biçimi önceleyen yönetmen, ‘sinema duygusu’nu körükleyen atmosferiyle “Diriliş”i de bir ‘sanat eseri’ haline getirmenin üstesinden geliyor. Her ne kadar rotası ve içine doldurulan malzemeyle ‘kaynak eser’ olamayacaksa da, biçimiyle dudak uçuklatan bir sonuç çıkıyor ortaya.
Not: 6/10
2015 Türkiye, 23 dk.
Yönetmenler: Ömer Çapoğlu, Serdar Önal
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Annem Sinema Öğreniyor / My Mother Learns Cinema (2007)
Yönetmen: Nesimi Yetik
SİNEFİL refleksleriyle film yapmak risklidir; neyi nasıl anlatacağın çok önemlidir. Kendin gibi sinefilleri keyif komasına sokarken, diğer izleyiciler tarafından anlaşılmayabilirsin. Ömer Çapoğlu ve Serdar Önal imzalı “Wong Kar Wai Üzerine Kısa Bir Film” ise bu riskleri bertaraf etmeyi başarmış bir çalışma. İsmine de sinen Wong Kar Wai kokusunu derinden hissettirmesiyle birlikte, ‘genel’ izleyicinin de rahatlıkla takip edebileceği bir hikaye anlatımı söz konusu bu filmde. Okumaya devam et →
Not: 8/10
2014 ABD-Birleşik Arap Emirlikleri, 125 dk.
Yönetmen: J.C. Chandor
Oyuncular: Oscar Isaac, Jessica Chastain, Albert Brooks, David Oyelowo, Alessandro Nivola, Elyes Gabel, Glenn Fleshler, Peter Gerety, Catalina Sandino Moreno
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Herkes İçin Adalet / …And Justice for All. (1979)
Yönetmen: Norman Jewison
FRANCIS Ford Coppola’nın “Baba” (The Godfather) üçlemesinde öne çıkardığı fikrin antitezi olduğunu düşünüyoruz J.C. Chandor imzalı “A Most Violent Year”ın. İşini dürüstçe yapıp yükselen (en azından öyle olduğunu varsayıyoruz) bir işadamının yaşadığı zorluklar öne çıkıyor filmin hikayesinde. Oscar Isaac’in canlandırdığı bu işadamı, her şeyi kitabına göre yapıp başarılı olacağına inanmış ve bunun için de azami çaba gösteriyor. Ama onun bu bakışını paylaşan hiç kimse yok etrafında, Jessica Chastain’in canlandırdığı karısı da dahil olmak üzere. Her açıdan köşeye sıkıştırılan bu adam, tehlikenin göbeğinde olmasına karşın duruşundan taviz vermiyor ve önünde sonunda kazanacağını düşünüyor. Ama yutturulmaya çalışılan Amerikan Rüyası’nın bu şekilde gerçekleşemeyeceğini de acı bir şekilde öğreniyor. Kitapta yazılı olmayan kurallara uymak zorunda, hayatta ve ayakta kalabilmek için. ‘Onur’, yalnızca bir kelime, onun içini nasıl doldurduğun önemli biraz da… Şimdi de “Baba” üçlemesine dönelim. Orada da ‘onur’ önemli bir yer tutuyor bildiğiniz gibi. Mafyanın kuralları devreye giriyor, her türlü yasa dışılık kabul görürken ‘onurlu’ kalmanın kendince bir tarifini yapıyor üçleme. Bu iki çalışmanın ortak paydası ‘dürüstlük’ belki de. Biri dürüstlüğü ‘kitaba uygunluk’ olarak tarif ederken, diğerinde tam tersi istikamette bir dürüstlük kavramı öne çıkıyor. Sorarsanız her ikisi de ‘dürüst’. Bir iş yapabilmek için mafyaya ya da devlete mahkum olmak, onların cebini hoş tutmak da ‘dürüstçe’ ve ‘onurlu’ görülebiliyor. “A Most Violent Year”da ise bu fikrin antitezi ortaya konuyor bir biçimde, her ne kadar sonuçlarına katlanmak zorunda kalsa da karakter.
Not: 7/10
2014 İngiltere-Fransa, 119 dk.
Yönetmen: Matthew Warchus
Oyuncular: Bill Nighy, Paddy Considine, Imelda Staunton, Dominic West, Ben Schnetzer, George MacKay, Andrew Scott, Joseph Gilgun, Faye Marsay, Jessica Gunning, Freddie Fox
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Kadının Fendi / Made in Dagenham (2010)
Yönetmen: Nigel Cole
“ONUR Haftası”na yakışır bir film “Onur” (Pride). 1984-85’te İngiltere’deki madenci grevi sırasında yaşanmış gerçeklerden hareketle projelendirilen film, gey ve lezbiyenlerin madencilerle gösterdikleri dayanışmayı resmediyor. Margaret Thatcher hükümeti tarafından neredeyse hiçleştirilen madencilerle, toplum tarafından her daim ötekileştirilen eşcinsel hareketin buluşmasından müthiş bir sonuç çıkıyor. 1999’daki başarısız ilk filmi “Saklı Anılar”dan (Simpatico) sonraki uzun aranın ardından ikinci sinema filmini çeken yönetmen Matthew Warchus, bu kez hedefi bulmayı başarıyor. Bunda senarist Stephen Beresford’un ‘dengeli’ senaryosunun da katkısı büyük tabii. ‘Maço’ ağırlıklı madenci bakışıyla eşcinselleri aynı potada bir araya getirmenin ‘imkansız’ olduğunu savlayanlara tumturaklı bir cevap da veren film, kadınların direnişini yansıtan Nigel Cole imzalı “Kadının Fendi”ni (Made in Dagenham) hatırlatıyor. Ken Loach hikayelerinin stil anlamında ‘daha hafif’ olanlarını temsil ediyor bu tür yapımlar. Acı gerçekleri Loach sineması kadar ‘ciddi’ bir atmosfere taşımıyorlar, ama ‘eğlenceli’ doğalarının içindeki ‘keder’ de hissedilmiyor değil. Bu dengeyi tutturup gerçekten ‘bir şey’ söylemek zor, ancak “Onur” başta olmak üzere bunu başarmaları da ‘yapılabilir’ olduğunu gösteriyor. Bu arada, filmin soundtrack çalışmasının da ağız sulandırdığını söyleyelim. Bizi 1980’lerin ortasına götürüp orada bırakıyor buradaki enfes ve anlamlı (bazen anlamsızca da serpiştirilebiliyor) şarkılar.
Avustralyalı sinemacı George Miller’ın, benzer birçok örnekte olduğu gibi ‘efsane’ye dönüşeceğini tahmin bile edemediği 1979 yapımı “Mad Max”, western temalarından beslenen post apokaliptik atmosferiyle sinemasever olarak ciğerimizi söken bir filmdi. Mel Gibson’ın ‘imza’ karakter çalışmalarından birini sergilediği yapımın devam filmleri de efsaneyi layıkıyla beslediler. Şimdiyse son filmin üzerinden 30 yıl geçtikten sonra projelendirilen “Mad Max: Fury Road” ile serinin tozuna toprağına yeniden kavuşuyoruz. Umarız efsanenin hakkını verir bu çalışma da…
İLK filmde birkaç kez duyduğumuz için biliyoruz onun tam adını: Max Rockatansky. Yoksa o bizim için ‘çılgın mı çılgın Max’, başka bir şey değil! Çılgınlığa da aslında ‘delilik’ demek gerek. İlk hikâyeden başlayarak giderek tırmanan bir delilik bu, sınırları iyice zorlayan. ‘Sıradan’ ya da ‘sıradan olmak isteyen’ bir adamın, dış mihraklar tarafından kaşınmasıyla zıvanadan çıkıp ortalığı darmaduman etmesidir özetle Max’in serüveni (serüvenleri). Arka plana yerleştirilen post apokaliptik atmosfer de tetikleyici unsurlardan biri olarak kendini gösterir, ki insanın ‘insanlık’tan çıkışının da resmi gibidir biraz bu durum. Okumaya devam et →
Not: 8/10
2014 İsveç-Fransa-Norveç, 120 dk.
Yönetmen: Ruben Östlund
Oyuncular: Johannes Kuhnke, Lisa Loven Kongsli, Vincent Wettergren, Clara Wettergren, Kristofer Hivju, Fanni Metelius
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Hayallerin Peşinde / Revolutionary Road (2008)
Yönetmen: Sam Mendes
KADIN ve erkeğin ‘eşitliği’ meselesinde, görünenin ötesinde bir de ‘içe dönük’ perspektif vardır ki, İsveçli sinemacı Ruben Östlund’un ‘yılın filmleri’ sıralamasına girebilecek çalışması “Turist” de bu perspektifin damarlarına doğru bir yolculuğa çıkarıyor bizi. ‘Gözden kaçabilecek’ bir çıkış noktasıyla hareket edip, kadın ve erkeğin bu noktaya dair yorumlarını irdeleyen senarist-yönetmen, buradan devasa bir insanlık resmine ulaşıyor. İzleyeni kaçınılmaz biçimde kendini sorgulamaya iten film, kadın ve erkeğin motivasyon farklılıklarını da apaçık ortaya koyuyor. Yedinci sanatın ‘ayna’ özelliğinin en net biçimiyle beyazperdeye yansıdığı “Turist”, hem erkek hem de kadın için ‘olunan’la ‘olmak istenen’ arasındaki çizgiyi belirginleştiriyor. İnsanın itiraf etmekten kaçındıklarını ete kemiğe büründürürken, ruhumuza yapışan ‘canavar’dan kurtulmanın yolunu da gösteriyor bir bakıma. Sanıyoruz bütün mesele, bu yolu içselleştirip hayata devam etme motivasyonuyla örtüştürebilmenin üstesinden gelmek. Aksi takdirde, ‘canavar’la birlikte son yolculuğa çıkmak kaçınılmaz sanki…
Not: 8/10
2014 İngiltere-Fransa-Almanya, 150 dk.
Yönetmen: Mike Leigh
Oyuncular: Timothy Spall, Paul Jesson, Dorothy Atkinson, Marion Bailey
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Vincent ve Theo / Vincent & Theo (1990)
Yönetmen: Robert Altman
MIKE Leigh, hem yönetmen hem de senarist kimlikleriyle yedinci sanatın zirvelerinde bir yerde bulunmayı hak ediyor. Ana dallara kendini atamamış olsa da, Dick Pope’un ‘resimsi’ görüntüleri başta olmak üzere dört dalda Oscar’a aday gösterilen son filmi “Bay Turner”la (Mr. Turner) bu meziyetlerini sınırsızca sergiliyor bir kez daha. ‘Işığın ressamı’ sıfatını boşuna almadığını belgeleyen 19. yüzyılın büyük İngiliz ustası Joseph Mallord William Turner’ın hayatının uzunca bir dönemine tanıklık ettiğimiz yapım, Timothy Spall’la birlikte devasa bir içsel serüvene taşıyor bizi. Aktör, ressamın gelgitlerin ağırlıkta olduğu hayatının ayrıntılarını mükemmelen yansıtırken, Mike Leigh’in senaryosundan akan ustalık da kusursuz bir bütünlük sağlıyor çalışmaya. ‘Çok özel’ bir görsel dokuya sahip olan “Bay Turner”, modernizmin ilk adımlarının Turner tarafından nasıl karşılandığını göstererek, romantizmin modernizme evrilmesinin de ipuçlarını veriyor bize. Özellikle ressamın fotoğraf makinesiyle karşılaştığı anları aktaran sahnenin bugüne dair saptamalar içerdiğini de söylemek mümkün.
Not: 8/10
2014 ABD, 129 dk.
Yönetmen: Bennett Miller
Oyuncular: Steve Carell, Channing Tatum, Mark Ruffalo, Sienna Miller
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Kızgın Boğa / Raging Bull (1980)
Yönetmen: Martin Scorsese
BENNETT Miller, yönetmenlik kariyerini gerçek hikayeler ve karakterler üzerinden yapılandırmaya devam ediyor. “Foxcatcher Takımı” (Foxcatcher), önceki filmi “Kazanma Sanatı”nda (Moneyball) olduğu gibi spor dünyasının ‘kir pas’ına sokuyor bizi. Güreş minderinin başrole soyunacağını düşündüğümüz yapım, hikaye içinde defalarca tuş yapma girişiminde bulunuyor, seyirciye minderi dar ediyor. Steve Carell’in canlandırdığı John du Pont karakteri aracılığıyla ‘Amerikan Rüyası’nı yerle bir eden, sınıfsal gücün bu rüya içindeki yerini ‘dehşetengiz’ biçimde veren “Foxcatcher Takımı”, hikayeyi taşıyan her bir karakterin neredeyse kusursuz çizildiği bir film. İki kardeş güreşçinin dünyanın en zengin adamlarından birinin elinde ‘oyuncak’ olmasını ve bunun yarattığı trajik sonuçları resmeden çalışma, psikoloji biliminin derin sularına çekiyor izleyiciyi ve ilginç bir biçimde orada kalmaya ikna ediyor. Filmin yönetmen, özgün senaryo, erkek oyuncu (Steve Carell), yardımcı erkek oyuncu (Mark Ruffalo) ve saç/makyaj dallarında Oscar’a aday olmasına karşın, ‘en iyi film’ dalında Akademi tarafından neden aday gösterilmediği ise tam bir ‘muamma’. Çözebilen beri gelsin!
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Camdan Kalp / A Heart of Glass (1990)
Yönetmen: Fehmi Yaşar
İLK filmi “Hayatın Tuzu”yla takdire değer bir çıkış yapan, ama sonrasında uzunca bir ara veren Murat Düzgünoğlu’nun epeydir beklenen ikinci çalışması “Neden Tarkovski Olamıyorum…”, sinemamızın ‘tartışmalı’ 100. yıl kutlamalarına uygun bir hikâye anlatıyor. Andrey Tarkovski hayranı bir yönetmenin, üstadın dünyasına yakın bir film çekmek için çabalamasıyla birlikte, sinemacının sektörün bitmek tükenmek bilmeyen açmazlarıyla yüzleşmesini aktarıyor bu hikâye. Okumaya devam et →
Not: 8/10 2014 İngiltere, 97 dk.
Yönetmenler: Iain Forsyth, Jane Pollard
Oyuncular: Nick Cave, Susie Cave, Warren Ellis, Darian Leader, Ray Winstone, Blixa Bargeld, Kylie Minogue, Arthur Cave, Earl Cave
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Gürültü Ustaları / It Might Get Loud (2008) Yönetmen: Davis Guggenheim
BAZI ‘büyük’ müzisyenler vardır, birlikte büyüdüğünüz; müzikleriyle olduğu kadar hayata bakışlarıyla da sizi etkileyen, yeryüzünde kapladığınız alanı daha da ‘anlamlı’ kılan. İşin doğası gereği onlar sizden birkaç yaş büyüktür ama aynı kuşağın meseleleriyle kafayı bozmuşsunuzdur, farklı coğrafyalarda yaşasanız da. Benim için bu tanıma uygun birkaç ‘müzisyen ağabey’ var: Morrissey (The Smiths), Robert Smith (The Cure), David Byrne (Talking Heads), Ian Brown (The Stone Roses) gibi… Okumaya devam et →
Not: 6/10
2013 Fransa, 106 dk.
Yönetmen: Sylvain Chomet
Oyuncular: Guillaume Gouix, Anne Le Ny, Bernadette Lafont, Hélène Vincent, Fanny Touron, Jean-Claude Dreyfus
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Amelie / Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain (2001)
Yönetmen: Jean-Pierre Jeunet
2003’TE “Belleville’de Randevu”yla (Les Triplettes de Belleville) enfes bir şekilde başlayıp, 2010’da Jacques Tati senaryosu “Sihirbaz”la (L’Illusionniste) aynı lezzette devam eden Sylvain Chomet filmografisi, üçüncü hamlesinde animasyonu bir kenara bırakıyor ve “Attila Marcel”le yeni bir yöne doğru akacağının işaretlerini veriyor. Bu yön, her ne kadar onun animasyondaki maharetini aratsa da, sinemacının tematik bütünlük olarak doğru bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. “Attila Marcel”, Sylvain Chomet sinemasının ‘arayış’ temelli özünü yansıtma konusunda yönetmene yeni bir hamle sırası daha veriyor, o da bu hamleyi harcamadan işini yapıyor. Okumaya devam et →
Not: 5/10
2013 Hollanda-Belçika-Danimarka, 113 dk.
Yönetmen: Alex van Warmerdam
Oyuncular: Jan Bijvoet, Hadewych Minis, Jeroen Perceval, Alex van Warmerdam, Tom Dewispelaere, Sara Hjort Ditlevsen
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Köpek Dişi / Kynodontas (2009)
Yönetmen: Yorgos Lanthimos
HOLLANDALI sinemacı Alex van Warmerdam’ın epeydir gösterime girmesini beklediğimiz filmi “Bela” (Borgman), alabildiğine kafa karıştırıcı bir yazıyla açılıyor: “Ve onlar, kendi saflarını yüceltmek için yeryüzüne indiler.” Kutsal metin alıntısı havası taşıyan ama böyle bir not olmayan bu ‘uyarı’, sonraki dakikalarda göreceklerimiz konusunda da bir önyargıya sürüklüyor bizi. Filmin yarattığı Haneke atmosferinin ‘fantastik’ bir bakışla da desteklenebileceğini işaret ediyor. Bu kafa karıştırma hamlesinin hikayeyi salt bir ‘nefret operası’ kimliğinden sıyırıp çok boyutlu bir noktaya götürdüğünü de kabul etmek gerek. Ancak, çok boyutluluğun yarattığı labirentte kaybolmanın da mümkün olduğu bir bütün söz konusu burada, ki filmde aktör kimliğiyle de var olan yönetmen Alex van Warmerdam da ipin ucunu kaçırıyor belli bir aşamadan sonra. Okumaya devam et →
Not: 7/10
2013 İngiltere, 93 dk.
Yönetmen: Richard Ayoade
Oyuncular: Jesse Eisenberg, Mia Wasikowska, Wallace Shawn, Noah Taylor, James Fox, Cathy Moriarty
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
İçimizdeki Şeytan / Raising Cain (1992)
Yönetmen: Brian De Palma
HENÜZ 25 yaşındayken yayımlanan 1846 tarihli ilk romanı ‘İnsancıklar’la (Bednye Lyudi) yere göğe sığdırılamayan, geleceğin en büyük kalemlerinden biri olacağının işaretlerini veren Dostoyevski’nin ikinci hamlesi ‘Öteki’ (Dvoynik), uzun hikâye formuyla dönemin meşhur edebiyat dergisi ‘Otechestvennye Zapiski’de yayımlandığında, kelimenin tam anlamıyla yerden yere vurulmuştu yazar. Kendisinin bile sonraki yıllarda çelişkili görüşler belirttiği bu eser, özellikle dilindeki ‘bilinçli savrukluk’la eleştirilmiş, diyaloglardaki ısrarlı tekrarlarla da acımasız okların hedefi olmuştu. Anlattığı hikâye ise o dönem için ‘yeni’ gibi görünse de Gogol etkilerinin yoğun biçimde hissedildiği bir temel üzerine inşa edilmişti. Anlayacağınız, ilk romanıyla edebiyat çevrelerini heyecanlandıran o ‘ışık’ bir anda sönüp gitmişti otoritelerin gözünde. O ışığın yeniden ve hiç sönmemecesine parlayacağını görmeleriyse pek vakit almayacaktı. Okumaya devam et →
Not: 8/10
2013 Filistin, 96 dk.
Yönetmen: Hany Abu-Assad
Oyuncular: Adam Bakri, Leem Lubany, Waleed Zuaiter, Samer Bisharat, Iyad Hoorani
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Kutsal Direniş / Yadon Ilaheyya (2002)
Yönetmen: Elia Suleiman
BİZDE daha çok 2005 yapımı “Vaat Edilen Cennet”le (Paradise Now) tanınan, antolojik film “Unutma Beni İstanbul”un da yönetmenlerinden biri olan Filistinli sinemacı Hany Abu-Assad’ın bu yılın ‘yabancı dilde en iyi film’ Oscar adayları arasına giren çalışması “Ömer” (Omar), kurban-cellat ilişkisini beyazperdeye taşıyan filmlerin önde gelenlerinden biri olmayı hak ediyor. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında yaşayanların ‘kapana sıkışmış’ hallerini ilk elden veren yapım, bir yandan da yürekleri dağlayan bir aşk hikayesiyle baş başa bırakıyor bizleri. Anlayacağınız, ‘çıkışsızlık’ başrole soyunuyor bu filmde ve onun kaçınılmaz biçimde açığa çıkardığı ‘öfke’yle anlamlanıyor. Okumaya devam et →
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek! / Love Will Change the Earth! (2014)
Yönetmen: Reyan Tuvi
BU belgesel hakkında ne yazsak boş! Görmek lazım, hatta defalarca… Haziran 2013’teki Gezi Direnişi’nde korkusuzca haklarını talep eden, ‘tekmeye kafa uzatan’ ve ‘özgür bir dünya’ özlemlerini haykıran gençlerin Mısırlı kardeşleri var “Meydan”ın (Al Midan) başrolünde. Ocak 2011’den bu yana süren mücadelelerini önce 30 yıllık Mübarek rejimine, orduya, ardından da Mursi’nin ‘baskı’yı katmerleyen ‘seçilmiş’ yönetimine karşı yapan Tahrir’in gençleri, tıpkı Gezi’nin gençleri gibi ne darbe istiyorlardı ne de özgürlüklerini hapseden rejimin iktidarda kalmasını. İstedikleri şey netti: ‘Bir’ olmak, birlikte yaşamak, özgür olmak… Okumaya devam et →
Not: 9/10
2013 ABD, 126 dk.
Yönetmen: Spike Jonze
Oyuncular: Joaquin Phoenix, Scarlett Johansson, Amy Adams, Rooney Mara, Olivia Wilde, Chris Pratt, Matt Letscher, Laura Kai Chen, Portia Doubleday, Brian Cox, Kristen Wiig
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
2001: Uzay Yolu Macerası / 2001: A Space Odyssey (1968)
Yönetmen: Stanley Kubrick
SPIKE Jonze ‘kafası’nın önüne geçmek mümkün değil gerçekten de! Konvansiyonele yaklaşmayı bir an olsun düşünmeyen bu kafa, ‘serbest vezin’ bir dünyanın bayraktarlığını üstlenmiş durumda. Onun sineması, hikaye anlatmayı ‘sadece hikaye anlatmak’ olarak tanımlamıyor. Jonze, bir hikaye anlatırken onun ‘uzlaşmacı’ tavır sergilemesinin önüne geçiyor ve her defasında ‘inanılmaza inandırmayı’ başarıyor bir şekilde. Formülleri o denli etkili ki, ikna olmak için aşırı bir çaba harcamanız da gerekmiyor, her şey kendiliğinden olup bitiyor. Okumaya devam et →
Not: 7/10
2013 İngiltere-Almanya-Fransa-Yunanistan-Kıbrıs, 123 dk.
Yönetmen: Jim Jarmusch
Oyuncular: Tilda Swinton, Tom Hiddleston, Mia Wasikowska, John Hurt, Anton Yelchin, Jeffrey Wright
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Açlık / The Hunger (1983)
Yönetmen: Tony Scott
JIM Jarmusch’un ne yapacağı, nereye bakacağı, nasıl bir ruh haliyle işine sarılacağı belli olmuyor! ‘Amerikan bağımsızlarının gururu’ diye de adlandırılabilecek sinemacı, yeni filmi “Sadece Aşıklar Hayatta Kalır”da (Only Lovers Left Alive), özellikle 2000’li yıllarla birlikte ‘sulandırılan’ vampir fenomenine kendi penceresinden bakıyor ve kendi vampirlerini yaratıyor. Okumaya devam et →
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
İç Dünyalar / Interiors (1978)
Yönetmen: Woody Allen
ASGHAR Farhadi’nin ‘mesele’sinde bir eğrilip bükülme yok. Önceki filmi “Bir Ayrılık”taki (Jodaeiye Nader Az Simin) ‘ilişkiler yumağı’nı İran’dan Fransa’ya taşıyor sadece. Aynı filmi çektiğini ya da aynı hikayeyi anlattığını söylemiyoruz tabii ki, ama meselenin özünden dışarı adım atmayı düşünmüyor sinemacı ve ‘bitiremediği’ hikayeyi tamamlamaya çalışıyor “Geçmiş”te (Le Passé). Ve bu kez de bitiremiyor, belki de bitmesini istemiyor, sürüp gitsin bu insanlık dramı diyor, ta ki ‘öğrenene’ kadar… Okumaya devam et →
Not: 8/10
2012 Belçika-Hollanda, 111 dk.
Yönetmen: Felix van Groeningen
Oyuncular: Johan Heldenbergh, Veerle Baetens, Nell Cattrysse, Geert Van Rampelberg, Nils De Caster
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Sınırları Aşmak / Walk the Line (2005)
Yönetmen: James Mangold
BU yılın ‘yabancı dilde en iyi film’ adaylarından biri “Kırık Çember” (The Broken Circle Breakdown). Oscar’ın her yıl olduğu gibi bu yıl da ‘en sağlam dalı’ bu ve kimin kazanacağına dair tahminlerin taca çıkma ihtimalinin de en yüksek olduğu dal. “Kırık Çember” de en az diğer dört güçlü aday kadar heykelciğe yakın anlayacağınız. Festivalde gösterildiği adıyla “Şeylerin Boktanlığı” ya da ticari gösterim ismiyle “Çölde Kutup Ayısı”yla (De Helaasheid Der Dingen) tanıdığımız Belçikalı sinemacı Felix Van Groeningen imzalı film, izleyeni ‘paramparça’ eden hikayesini ‘inanç’ ve ‘güven’ kavramları üzerinde yapılandırıyor. Ve bu kavramların altını tıka basa doldurarak yükseliyor, izleyende ‘travmatik’ bir etki bırakıyor. Okumaya devam et →
Not: 8/10
2013 ABD, 138 dk.
Yönetmen: David O. Russell
Oyuncular: Christian Bale, Amy Adams, Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Jeremy Renner, Louis C.K.
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Belalılar / The Sting (1973)
Yönetmen: George Roy Hill
1990’LARDA çektiği ilk üç filmiyle geleceğin önemli sinemacılarından biri olacağının işaretlerini veren, 2000’leri tek filmle geçerek bu yargıyı havada bırakır gibi olan, ancak 2010’larla birlikte yeni ve çok daha çarpıcı bir çıkışa imza atan David O. Russell, aldığı Altın Küre ödülleriyle birlikte bu yılın Oscar’larında da en güçlü adaylar arasında kendine yer bulan son filmi “Düzenbaz”la (American Hustle) başyapıtını ortaya koymuş görünüyor. Okumaya devam et →
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Copacabana: Düğün Hediyesi / Copacabana (2010)
Yönetmen: Marc Fitoussi
GENEL çerçevede Güney Amerika sinemasının, özeldeyse Şili’nin son zamanlardaki yükselişi gözden kaçacak gibi değil. Pablo Larraín önderliğinde tırmanışını sürdüren Şili sineması, başyapıt ayarında ürünler çıkarmaya devam ediyor. Pablo Larraín’in (kardeşi Juan de Dios Larraín’le birlikte) yapımcı kimliğiyle katkı sunduğu Sebastián Lelio filmi “Gloria” da bu geleneğin çarpıcı uzantılarından biri. Okumaya devam et →
Doğum tarihi: Doğum tarihi bilinmiyor ama 900 yaşında öldüğü biliniyor. Doğum yeri: Bilinmiyor. Anne adı: Bilinmiyor. Baba adı: Bilinmiyor. Mesleği: Jedi Ustası Boyu: 66cm. Ağırlığı: 25 kg.
“DENEME! YAP YA DA YAPMA! YOK DENEME DİYE BİR ŞEY!”
“KAYBETMEKTEN KORKTUĞUN HER ŞEYDEN
VAZGEÇMEK İÇİN EĞİT KENDİNİ.”
“Star Wars” evreninin 7, 8 ve 9. bölümlerinin çekileceği kesinleşmişken, bu evrenin bize göre ‘bir numarası’ olan Yoda’nın serüvenine yeniden bir göz atmakta yarar var. Skywalker’ların hükmünün sürdüğü galaksinin ‘denge unsuru’ olan bu 66cm’lik uzaylı, ‘Güç’le kurduğu ilişkiyi ‘aydınlık’la anlamlandırırken, mantığın peşine takılarak ‘zaafiyet’ten arındırılmış bir profil çiziyor. 900 yıllık hayatının epeyce kısa bir bölümüne tanık oluyoruz “Star Wars” serisinde, ama buradan bize yansıttıklarıyla ‘karanlık taraf’a geçmemizin önüne geçiyor ‘Jedi Ustası’ Yoda.
“UZUN zaman önce, çok çok uzak bir galakside…” diye başlayan “Star Wars” serüvenlerinin kilit karakterlerinden biri olmasına karşın, galaksinin hangi köşesinde doğup büyüdüğü konusunda hiçbir bilgimiz olmayan, elinde bastonuyla zar zor yürüyen (!) ‘minik, koca kulaklı, yeşil uzaylı’ Yoda, tartışmasız biçimde “Star Wars” evreninin en bilge karakteri. 900 yaşına kadar sürdürdüğü hayatının bütün evrelerini bilmiyoruz, örneğin gençliğini, ama gördüklerimiz bize yeter. Onun ‘Güç’ün aydınlık tarafını korumak için gösterdiği çabayı görmemekse mümkün değil. Bunu bilgisiyle olduğu kadar sezgileriyle de hayata geçiren Yoda, neredeyse bütün Jedi’ların ustası olmak gibi bir özelliğe de sahip. Luke Skywalker da son öğrencisi olarak ‘kurtarıcı’ rolünü başarıyla yerine getiriyor. Okumaya devam et →
Not: 10/10
1979 Batı Almanya-ABD, 121 dk.
Yönetmen: Milos Forman
Oyuncular: John Savage, Treat Williams, Beverly D’Angelo, Annie Golden, Dorsey Wright, Don Dacus, Cheryl Barnes, Richard Bright, Nicholas Ray, Charlotte Rae, Miles Chapin
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Tommy (1975)
Yönetmen: Ken Russell
ÇAPULCULAR’IN Taksim Gezi Parkı’ndaki direnişi süredursun, onların ‘68 kuşağındaki yansımasını önce sahnede, ardından da beyazperdede ölümsüzleştiren “Hair” müzikalinin akla gelmemesi mümkün değildi bizim için. Öncelikle gençliğin, ardından da bütün toplumların ‘özgürlük’ bağlamındaki dönüşümünde sembol anlamlar kazanan ‘çiçek çocuklar’ın (hippiler) ‘eşya’ya bağımlılığa karşı isyanının izdüşümü olan bu müzikal, 1967’deki ilk sahnelenişinden bu yana etkisini yitirmeyen bir destan kuşkusuz.
“Hair”in Milos Forman imzalı 1979 yapımı sinema versiyonu da aynı oranda ‘kafa karıştırıcı’ (bunu ‘iyi’ diye okuyun lütfen). Çek asıllı üstadın, Vietnam Savaşı karşısında geri adım atmayan, özgürlük alanlarının kısıtlanmasının önünde dimdik duran, ‘para’nın hükmünü reddeden bir kuşağın fotoğrafını çekerken gösterdiği hassasiyetin sonucuysa tam anlamıyla göz kamaştırıcı. İlk andan başlayan ‘isyan ateşi’nin son sahneye kadar taşındığı, izleyicinin de bu ateşle kavrulduğu film, ‘zincir vurulamayacak’ bir gençliğin profilini çıkarıyor aynı zamanda. Okumaya devam et →
Not: 8/10
2012 Şili-ABD-Fransa-Meksika, 118 dk.
Yönetmen: Pablo Larraín
Oyuncular: Gael García Bernal, Alfredo Castro, Antonia Zegers, Luis Gnecco, Marcial Tagle, Néstor Cantillana, Jaime Vadell, Pascal Montero
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Yağmuru Bile / También la Lluvia (2010)
Yönetmen: Icíar Bollaín
ŞİLİLİ sinemacı Pablo Larraín’in ‘diktatör Pinochet’ merkezli üçlemesinin son durağı “No”, önceki iki filmin açtığı yolu takip ederken, epeyce örselenmiş bir halkın hafızasını küçümseme gafletinin sonuçlarını da taşıyor yamacımıza. Larraín, bu üçlemeyi önümüze koyarken, bir yandan da Şili halkının sözcüsü gibi davranıyor ve halkın Pinochet’yle hesaplaşmasını beyazperde aracılığıyla ete kemiğe büründürüyor. Okumaya devam et →
Not: 6/10
2012 ABD, 122 dk.
Yönetmen: David O. Russell
Oyuncular: Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Robert De Niro, Jacki Weaver, Chris Tucker, Anupam Kher, John Ortiz, Shea Whigham, Julia Stiles
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Bir Gün / One Day (2011)
Yönetmen: Lone Scherfig
ÖĞRETMENLİĞİ bırakıp yazarlık kariyerine adım atan Matthew Quick, kaleme aldığı ilk romanla hedefine ulaşmış bir isim. Popüler kulvarda kendine yer edinen 2008 tarihli ‘Umut Işığım’ (The Silver Linings Playbook), özellikle karakterlerinin ‘yaşayan’ havalarıyla okuru kolayca içine çekebilen bir ilk roman. Yazarın hikâyeyi kurgularken gösterdiği beceri de bu durumun müsebbiblerinden biri kuşkusuz.
30’lu yaşlarının ortalarında bir kahramanı var romanın. Pat Peoples adlı bu karakter, karısı Nikki’yi başka bir adamla yakalayıp ‘balataları sıyırınca’ kapatıldığı klinikten annesi tarafından çıkarılıyor ve baba evinde ‘yeni bir yaşam’a başlıyor. Karısına geri dönme arzusuyla yanıp tutuşan Pat, kadının ‘istediği’ (istediğini sandığı) gibi bir adam olmak için çabalıyor. Annesi, babası, kardeşi, arkadaşları, terapisti ve Philadelphia Eagles futbol takımı çerçevesinde süregiden hayatına, polis kocası öldürülmüş, kendisinden birkaç yaş büyük Tiffany girdiğindeyse işler biraz karışıyor (ya da tam tersine rayına oturuyor). Tiffany’nin ona Nikki’yi kazandıracağını düşünüyor, ama ‘umut ışığı’nı başka bir formülle yakalıyor en nihayetinde… Okumaya devam et →
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
400 Darbe / Les Quatre Cents Coups (1959)
Yönetmen: François Truffaut
BENH Zeitlin için ne söylenebilir ki! IMDb’deki fotosuyla birazcık olsun sevgili İnan Temelkuran’ı hatırlatan bu genç adam, ilk uzun metrajlı filmiyle dünyayı salladı, sallamaya da devam ediyor. İki kısa animasyonla başlayıp, onu “Düşler Diyarı”na taşıyan kısa kurmacası “Glory At Sea”yle ‘evrilen’ sineması, Zeitlin’i tartışmasız bugünün ‘harika çocuk’u yapıyor. Biraz da Steven Spielberg’ün ilk adımlarını hatırlatıyor bize onun bu çıkışı. Okumaya devam et →
Beat Kuşağı’nın zirvedeki temsilcilerinden William S. Burroughs’un 1973 tarihli hikâyeler toplamı ‘Yok Edici’, 30 hikâyeyle toplumu yerle bir ediyor, bütün dinamiklerine dilini sokuyor, ‘utanmadan’.
1940’LI yılların ikinci yarısı ve 1950’lerin başında, iki dünya savaşının bir silindir gibi üzerinden geçtiği toplumların, yaşananlarla ve yaşanacaklarla hesaplaşması kaçınılmazdı. Sanatın bütün disiplinlerinde bir ‘isyan havası’ göze çarpıyordu. Edebiyatın da ‘yeni dünya düzeni’ üzerine söyleyecekleri vardı elbette ve bunu ‘Beat Kuşağı’yla ete kemiğe büründürdü. Kapitalizmle beslenen materyalist bakışı reddeden, her alanda ‘özgür irade’yi öne çıkaran, bunu ‘uçuş’ ortak paydasında buluşturan bu kuşağın yazarları, toplumlara enjekte edilen ‘ezber aşısı’nı tersten okuyan bir yapı oluşturdular. William S. Burroughs, Allen Ginsberg ve Jack Kerouac’ın öne zıpladıkları bu yazar platformu, özellikle gençliği yanına alarak 1968’e doğru giden sürecin de tetikçisi oldu. Burroughs ise, hem dili hem de bakışıyla ‘gerçeküstü bir gerçeklik’ yakaladı, postmodern edebiyata da göz kırpan bir kulvarda yoluna devam etti… Okumaya devam et →
Not: 7/10
2010 Türkiye, 77 dk.
Yönetmen: Selim Güneş
Oyuncular: Hakan Korkmaz, Sinem İslamoğlu, Gürsan Piri Onurlu, Kaya Akkaya, Ziver Armağan Açıl
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Sivas (2014)
Yönetmen: Kaan Müjdeci
ŞAİRLİĞİ ve romancılığı da güçlü olmasına karşın, hikâyeciliğiyle Türkiye edebiyatında bambaşka bir yere oturan Sabahattin Ali, kısacık hayatına (ölümü bu ülke için bir utançtır ve utanç olarak kalacaktır) sığdırdığı sayısız hikâyeyle Türkiye’nin gerçeklerine ‘yapışan’ bir yazar olmayı başarmıştır. Bugün bile değişmeyen ve değişmesi de beklenmeyen ‘bozuk düzen’in insanlar üzerindeki ‘umut kırıcı’ etkisini hikâyelerine malzeme yapan, ‘küçük insan’ın ezilerek daha da küçültülmesini çarpıcı tespitlerle yapıtına yansıtan, okurun duygularını harekete geçiren üslubuyla ‘tetikleyici’ etkiye de sahip olan yazar, bu özellikleriyle otoritenin ‘düşmanı’ olarak görülmüştür her daim. ‘Kuşkulu’ ölümü de bu durumun bir yansımasıdır aslına bakarsanız. Okumaya devam et →
Not: 7/10
2011 ABD-Kanada-Fransa-Almanya, 93 dk.
Yönetmen: Duncan Jones
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Michelle Monaghan, Vera Farmiga, Jeffrey Wright, Michael Arden, Cas Anvar
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Yarının Sınırında / Edge of Tomorrow (2014)
Yönetmen: Doug Liman
İLK filmi “Ay”la (Moon) bilimkurgusal gerilim türüne çarpıcı bir halka ekleyip yönetmenlik becerisinin giderek genişleyeceğini hissettiren Duncan Jones (bildiğiniz gibi, kendisi David Bowie’nin oğlu), ‘tek kişilik’ filmiyle oluşturulması alabildiğine zor bir atmosferi ayakta tutmayı başarmış, üstüne üstlük bunu felsefi yapıtaşlarıyla donatarak etkiyi sınırlara dayamıştı.
Jones, ‘mütevazı’ ilk filminin başarısıyla kısa sürede Hollywood’un ‘pahalı’ yapımlarına transfer oldu. Bu ‘şans’ı iyi kullandığını söyleyebileceğimiz yönetmen, “Yaşam Şifresi”yle mükemmel bir sonuca ulaşmış değilse de, birçok sinemasal tuzak barındıran projeden alnının akıyla çıkmayı başarıyor. İlk filminden aşina olduğumuz ‘insanlık soruşturması’ özelliğini burada da yansıtan sinemacı, bilimkurgusal gerilim türüne aksiyonu da ekleyerek stilini olgunlaştırma çabasında bu filmde. Okumaya devam et →
Not: 6/10
2010 Fransa-Avustralya-Almanya-İtalya, 100 dk.
Yönetmen: Julie Bertuccelli
Oyuncular: Charlotte Gainsbourg, Morgana Davies, Marton Csokas, Christian Byers, Tom Russell, Gabriel Gotting, Aden Young
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Ana ve Oğul / Mat i Syn (1997)
Yönetmen: Aleksandr Sokurov
HAYATIMIZIN merkezine koyduğumuz bir insanı kaybettiğimizde çektiğimiz acı bir yana, onun yerini dolduracak bir ‘şey’le avunuruz çoğu zaman. Kimi zaman bu bir eşya, kimi zamansa başka bir insan olur. Kendimden örnek vermem gerekirse, benim için babam bir ‘hırka’dır artık, onun uzun yıllar üzerinden çıkarmadığı kahverengi hırkası. Artık eskiyip (zaten eskiydi) yıpranmış o hırkayı giydiğimde ‘beni ben yapan’ adam olurum, onun hiç ‘eskimeyecek’ duruşunu taklit ederim. Deneyimlediğim ya da gördüğüm birçok ‘arıza’ya isyan ettiğimde, her açıdan yapayalnız kaldığımda, umutsuzluk duvarına tosladığımda o hırkadır beni dipten gün yüzüne çıkaran. Onu yok etmenin beni eksilteceği aşikardır. Ama aynanın öte yakasından bakmaya çalıştığımda, onun eksikliğiyle ‘tek başıma ayakta durma’ reflekslerimin gelişeceğini de düşünürüm bir yandan. Anlayacağınız, yaman bir çelişkidir yaşadığım… Okumaya devam et →
Not: 8/10
2010 Fransa-İtalya-Belçika-İran, 106 dk.
Yönetmen: Abbas Kiarostami
Oyuncular: Juliette Binoche, William Shimell, Jean-Claude Carrière, Agathe Natanson, Gianna Giachetti, Adrian Moore
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Geceyarısından Önce / Before Midnight (2013)
Yönetmen: Richard Linklater
ZAMAN geçtikçe yıpranıp ‘ufalan’ ilişkiler, tahammül eşiğinin düşmesi, beklentilerin üst sınıra dayanmasıyla duyulan düş kırıklıkları, sevginin ardından saygının da yitirilmesi, ‘idare edip günü kurtarma’ kaygılarının açığa çıkması, ‘sevgili’ye karşı duyulan isteğin eksilmesi, dokunma ve hissetme hassasiyetinin ortadan kalkması, ‘asıl’ olanın niteliklerinin unutulup ‘kopya’yla yetinilmesi (daha doğrusu, ikisi arasındaki ayrımın giderek ortadan kalkması)… Bir ilişkinin yıpranma süreci içinde ortaya çıkan tüm bu handikaplar, eğer ‘restore’ etme becerisi de gösterilememişse, o ilişkinin çöküp ‘eşleri’ birer ‘yabancı’ya dönüştürmesi sonucunu doğurur kaçınılmaz olarak. Okumaya devam et →
Not: 9/10
1957 İsveç, 91 dk.
Yönetmen: Ingmar Bergman
Oyuncular: Victor Sjöström, Bibi Andersson, Ingrid Thulin, Gunnar Björnstrand, Jullan Kindahl, Folke Sundquist
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Yaşamak / Ikiru (1952)
Yönetmen: Akira Kurosawa
VAROLUŞUN sorgulanması meselesi, Ingmar Bergman filmlerinin temellerinden birini oluşturur; bu dünyada kapladığımız yerin anlam (anlamsızlık) ve önemi (önemsizlik) üzerine kafa yormaktan bıkıp usanmayan sinemacı, din ve ahlak olgularını da işin içine sokarak yaptığı bu sorgulamada karakterlerini epeyce yıpratır, deyim yerindeyse pestilini çıkarır onların.
“Yaban Çilekleri” (Smultronstället), bu açıdan bakıldığında Bergman filmografisinin birkaç zirvesinden biri olarak kabul edilebilir. Temelde bir yol filmi havası taşır bu çalışma; meslekteki 50. yılının kutlanacağı törene doğru arabasıyla yola koyulan bir profesörün hayatta durduğu yeri sorgulamasıdır anlatılan. Yanında oğluyla problemler yaşayan gelini olduğu halde çıktığı bu yolculukta rastladığı üç genci de arabasına alan kahramanımız, bir yandan da düşler aracılığıyla geçmişine döner ve hızla uçup giden hayatının ‘beyhudeliği’yle yüzleşir… Okumaya devam et →
Not: 10/10
1975 ABD, 125 dk.
Yönetmen: Sidney Lumet
Oyuncular: Al Pacino, John Cazale, Charles Durning, Chris Sarandon, Sully Boyar, Penelope Allen, James Broderick, Carol Kane
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
İçerideki Adam / Inside Man (2006)
Yönetmen: Spike Lee
BİR film “Gerçeklerden uyarlanmıştır” ibaresiyle başlarsa biraz temkinli yaklaşmakta yarar vardır. Zira filmin yaratıcılarının gerçeği ne kadar saptırdığını ve izleyiciyi ‘oyalamak’ için ne gibi numaralara başvurduğunu bilemeyiz hiçbir zaman. Ve o gerçek, bilmediğimiz/tanık olmadığımız bir gerçekse işler bizi daha da ‘sorgulayıcı’ bir yöne doğru savurur.
“Köpeklerin Günü”ne (Dog Day Afternoon) gelene kadar ‘gerçeğin sineması’ konusunda özellikle “Serpiko”yla (Serpico) etkileyici bir sınav veren Sidney Lumet’se yönetmen, ona ‘inanmak’ boynumuzun borcu olur, onun manipülatif bir anlayışa kucak açmayacağını biliriz. İşin özü, hikayeyi değiştirse de ‘sulandırmaz’ Lumet.
Evet, bu film 22 Ağustos 1972’de (açılışta bu tarihi görüyoruz) yaşanmış bir banka soygunu ‘girişimi’nin sinematik karşılığı. Filmin orijinal adından sızan bunaltıcı bir ağustos akşamüstü, Brooklyn’de bir bankaya gelen üç soyguncu (işin başında ikiye düşer sayı), sanki başarısızlığı baştan belli olan bir işe sıvanmışlardır. Kalan ikili Sonny ve Sal, bir süre sonra polislerin kapıya dayanmasıyla kendilerini amansız bir rehine pazarlığının içinde bulurlar. Sonrası… Sonrasıysa “Köpeklerin Günü”nü (ithalatçılarımız bu ismi nerelerinden uydurdular, bu da merak konusu) sinema tarihinin en müstesna yapıtlarından birine dönüştüren ‘çok özel’ sahnelerden mürekkep bir hazine. Okumaya devam et →
Not: 10/10
1954 ABD, 112 dk.
Yönetmen: Alfred Hitchcock
Oyuncular: James Stewart, Grace Kelly, Wendell Corey, Thelma Ritter, Raymond Burr, Judith Evelyn
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Penceredeki Kadın / The Woman in the Window (2021)
Yönetmen: Joe Wright
ELİNİZDE tutamadığınız ama ekranda doya doya okuduğunuz (okuduğunuzu umduğumuz) dergimize adını veren Alfred Hitchcock filmi olmasının çok ötesinde anlamları var “Arka Pencere”nin (Rear Window). Jeneriğinden başlayıp finale kadar uzanan yaklaşık iki saatlik süresi boyunca yaşattığı onca ‘his’le sinema tarihinin yeniden yazılmasına vesile olmuş bir başyapıt bu. İsterseniz, lafı fazla uzatmadan Hitch amcanın marifetlerini bir bir sıralamaktan sakınmadığı bu ustalık gösterisinin ipuçlarına yöneltelim kalemimizi.
Hikayeyi bilmeyeniniz yoktur ama ana hatlarıyla yineleyelim… Geçirdiği kaza nedeniyle bacağı kırılan ve evine hapsolan L.B. Jefferies (James Stewart) adlı haber fotoğrafçısının, karşı binada tanık olduğu (ya da tanık olduğunu sandığı) cinayeti çözme girişimlerini izliyoruz bu çarpıcı ‘kuşku’ filminde. Kahramanımızın ‘inandırma’ çabasının yansımalarıyla kurulu entrika, bir yandan da adım adım tırmanan gerilimle bizleri ayakta tutmayı başarıyor. Okumaya devam et →
SİNEMAYI sanat yapmaktan bir an bile olsun vazgeçmeyen ve her adımında bizleri şaşırtan (çarpan) atmosferler yaratmayı sürdüren Reha Erdem, ilk filmi “A Ay”dan bu yana geçen 20 yılı aşkın zaman dilimi içine sıkıştırdığı beş filmiyle ‘bağımsız sinema’nın yılmaz neferlerinden biri olduğunu haykırıyor. Türkiye sinemasının belli oranlarda da olsa yurt dışında sesini duyurmasının müsebbibleri arasında ‘farklı’ bir konuma oturan Erdem, her filmiyle bir öncekini aşan bir ‘doygunluk’a ulaştığını son filmi “Hayat Var”la da kanıtlıyor. Tarifi imkânsız bir hikâye anlatma becerisinin ışığında hayat bulan yapım, bir yandan varoluşun bunaltısını yamacımıza getirirken, öte yandan da ‘söylenmemesi gerekenler’ üzerinden yürüyen bir görüntü çiziyor. Çizilen bu görüntü karşısında bizlerin aldığı pozisyonsa yedinci sanata duyduğumuz saygının yan etkileriyle anlam kazanıyor, keskinleşen bakışımızın kaynaklarından birine dönüşüyor.
“Hayat Var”ın baş karakteri Hayat, çocukluktan ergenliğe geçme aşamasında bir kızcağız. Anne-babası ayrılmış, balıkçı babası ve yatalak dedesiyle birlikte küçük bir kulübede yaşıyor. Çevresindeki bütün büyüklerin kendisini farklı şekillerde -isteyerek ya da istemeyerek- istismar etmesine karşı ‘tepkisiz’ görünüyor, onlara ve olanlara yabancılaşarak kendini bir kabuğun içine yerleştiriyor. Çevresinin kötücüllüğü karşısında onun da ‘iyi niyetli’ olma gibi bir hedefi yok. Bir çıkış noktası arar gibi bir hali de yok ama geleceğinde ‘hayat’ın var olup olmayacağına dair bir fikre sahip kılıyor bizi eylemleriyle (ya da eylemsizliğiyle). Kısacası, Türkiye sinemasında pek de örneğine rastlamadığımız bir hikâye ve kahramanla (anti-kahraman demek daha doğru olur) yüzleşiyoruz “Hayat Var”da. Okumaya devam et →
KUZEY İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesinde kilit pozisyon alan IRA’nın (İrlanda Kurtuluş Ordusu) beyazperdeyle teşrikimesai içine girmesinin yansımaları, sinema sanatının ‘politik muhalif’ kanadının zenginleşmesinin anahtarlarından biridir. IRA filmleri (ya da Kuzey İrlanda direniş filmleri diyelim), en yüzeyselden başlayıp en derine kadar inen bütün uzantılarında karşı konulmaz bir çekicilik taşır. Bağımsızlık adına yapılan eylem planlarının ‘adabımuaşeret motoru’ gibidir adeta bu filmler. IRA öncesi direnişe gözünü diken “İrlandalı Kız”dan (Ryan’s Daughter) Gerry Conlon’ın gerçek hikayesini anlatan “Babam İçin”e (In The Name Of The Father) kadar genişleyen bir yelpazede karşımıza çıkan bu yapımlar, ‘direnişin kokusu’nu derinden hissettirme işlevine sahiptir. ‘İlham verici’ olduklarına da kuşku yoktur.
Herhangi bir biçimde benzerliği, yakınlığı, akrabalığı bulunmayan büyük aktörle aynı adı taşıyan ve giderek ‘ustalar’ katında anılmaya başlayan İngiliz sinemacı Steve McQueen’in ilk filmi “Açlık” (Hunger) da bu kategorideki yerini alırken, izleyenin tepkisiz kalmasını olanaksızlaştıran bir biçemin ardına takılıyor. Bir IRA mensubu olmamasına karşın, 1981’deki açlık grevlerinde örgütle birlikte hareket eden efsane direnişçi Bobby Sands’in hikayesine ortak oluyoruz filmde. Politik statü alabilmek için girişilen bu eylem, Sands’in adım adım ölüme doğru giden serüveniyle hayat buluyor, anlamlanıyor. Okumaya devam et →
‘HAYATA dönüş’ operasyonlarının ‘hayatları kararttığı’ gerçeğinden yola çıkarak ‘solmuş’ bir genç adamın son yolculuğunu ajitasyondan kaçınarak anlatan Sonbahar, sinemamızın son dönemlerinde karşımıza çıkan en güzel sürprizlerden biri. Genç yönetmen Özcan Alper, ilk uzun metrajlı çalışmasında didaktik olmaktan uzak anlatımıyla usulca ilerleyen bir ‘ağıt’ formuna ulaşıyor ve özellikle ‘öze dönük’ duyguların açığa çıkmasına vesile oluyor.
Başkarakterin ölümle yüzleşmeye doğru giden serüveni, onu uzun hapislik yıllarının getirdiği kimi alışkanlıkların ışığında kahredici bir yalnızlığa itiyor. Annesiyle, çocukluk arkadaşıyla ya da komşularıyla olan ilişkilerinde ‘yabancı’ gibi duran kahramanımız, Gürcü bir hayat kadınıyla yaşadığı ilişkideyse onun yabancılığından destek alarak ayakta kalmaya çalışıyor, bendini çiğneyip aşmanın hesaplarını yapabiliyor. Sonuç olarak bu iki insanın ‘uzak’ görüntüleri, ‘geleceksizlik’leri ve de motivasyonsuzluk tuzağına düşmüş hayatları eşliğinde gönülsüz buluşmasına tanık oluyoruz hikayede. Hayatının ‘sonbahar’ını erken bir yaşta geçirmek zorunda kalan adamın inandığı değerlerin giderek anlamsızlaştığı bu süreç, sevdiği insanların gölgesinde bir ‘uzaylı’ya dönüşmesini sağlıyor, ‘son yaprak’ın düşmesini bekler hale getiriyor onu. Okumaya devam et →
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Aşk Üzerine Bir Film / Krótki Film o Milosci (1988)
Yönetmen: Krzysztof Kieslowski
GÜNÜMÜZ Türkiye sinemasının yaratıcı yönetmenleri içinde ön sıralarda kendine yer bulan Zeki Demirkubuz’un uzun yıllar asistanlık yaptıktan sonra giriştiği ilk yönetmenlik çalışması “C Blok”. Sinemamızın yitik kahramanlarından Alp Zeki Heper’e adadığı filminde, devasa blokların arasında yalnızlıklarını bir hapishanedeymişçesine yaşayan karakterlerin ‘özgürlük’ arayışlarına yöneltiyor kamerasını Demirkubuz. Özellikle Serap Aksoy’un son derece ölçülü bir kompozisyon çalışması içine girdiği Tülay karakterinin, kendisi ve çevresiyle yaşadığı iletişim kopukluğunun bu arayışın ön saflarında bulunduğunu söyleyebiliriz. Cinsellik ve tutku motiflerinin de hikayenin gidişatı içinde önemli yerler tuttuğu yapım, yönetmenin zaman zaman yaşadığı ‘boşluklar’ı bir kenara bırakırsak, oldukça dengeli ve iyi hesaplanmış bir görüntü çiziyor. Fikret Kuşkan’ın da canlandırdığı karaktere ekstra anlamlar yükleyen vücut dili, oyunculuklar açısından da Demirkubuz’u rahatlatıyor gibi filmde, her ne kadar yönetmen ‘oyuncu yönetimi’ açısından memnuniyetsizliğini belirtmiş olsa da… Kieslowski’nin medeniyetin insan ruhunu çürüttüğünü resmettiği filmlerindekine benzer bir atmosfere sahip “C Blok”. Özellikle ustanın “A Short Film About Love” (Aşk Üzerine Küçük Bir Film) adlı başyapıtındaki görsel/içeriksel boyutun burada da kendini gösterdiğini söylemek mümkün. Sonraki yapıtlarında “C Blok”taki performansını fersah fersah geçecek olan Zeki Demirkubuz, tohumlarını attığı sinemasının ipuçlarını kendini pek de sınırlamadan veriyor bu filmde.
DVD+ dergisinin
Aralık 2007 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Postacı Kapıyı İki Defa Çalar / The Postman Always Rings Twice (1946)
Yönetmen: Tay Garnett
İKİ çocuklu güzel komşusu Meryem’in kendisini ‘berbat’ bir durumdan kurtarması sonucunda ona istediği her şeyi yapabileceğini söyleyen İsa, genç kadının kendisini döven kocasını öldürmesini istemesiyle ikilemlerin en zorlusunu yaşar… Kısaca özetlediğimiz bu hikaye, filmin adından da anlaşıldığı gibi rahatlıkla bir ‘üçüncü sayfa’ haberi olabilir. Zeki Demirkubuz’un üçüncü filmi olan “Üçüncü Sayfa”, yönetmenin tipik ‘kötülüğün en büyüğünü birbirlerine yapan insanlar’ modelinden besleniyor. Alabildiğine kötü bir durumdaki kahramanına el vermek bir yana, onu daha da aşağılara doğru iten yönetmen, Ruhi Sarı ve mükemmel bir kompozisyon çalışmasıyla karşımıza gelen Başak Köklükaya’dan istediği verimi alıyor. Okumaya devam et →
Not: 9/10
1997 Fransa-ABD, 134 dk.
Yönetmen: David Lynch
Oyuncular: Bill Pullman, Patricia Arquette, Balthazar Getty, Robert Loggia, Robert Blake, Natasha Gregson Wagner, Giovanni Ribisi, Richard Pryor, Gary Busey, Scott Coffey
DAVID Lynch sinemasının bilinçaltında yuvalanan ve oradan izleyiciye zorlu bir seyir süreci sunan yapısının belki de en temel direklerinden biri “Kayıp Otoban” (Lost Highway). Görünenle yaşananın farklılığı üzerinde gezinen bu ‘mikser’ tadındaki film, bir yandan psikanalitik bir hüviyetle yolculuğuna anlam katarken, öte yandan da polisiye bir entrikanın kuyruğuna takılıyor. Her iki kulvarda da yetkinliğini sinemasal zenginlik anlarıyla destekleyen yapım, Lynch’in ilk kareyle son kare arasındaki alanda boşluk bırakmama meziyetini en iyi yansıtan filmlerinden. Okumaya devam et →
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Kader / Destiny (2006)
Yönetmen: Zeki Demirkubuz
OSLO, Angers ve Antalya Altın Portakal film festivallerinden ödüllerle dönen “Masumiyet”, Türkiye sinemasının son yıllarına damgasını vuran çalışmalardan biri kimliği taşıyor. İnsan ruhunun kötü tarafının yarattığı trajedilerin sinemacısı Zeki Demirkubuz’un ikinci uzun metrajlı çalışması olmasına karşın bir ustalık gösterisine dönüşen yapım, hapisten çıktıktan sonra ‘ilginç’ bir çiftle karşılaşan Yusuf adlı bir anti-kahramanın masumlukla kötücüllük arasında sıkışmış hikayesini anlatıyor. Tanıştığı Bekir ve Uğur çiftinin birbirlerine oldukça ‘farklı’ bir modelde bağlı olmaları, Yusuf’un da doğasına etki ediyor öyküde ve onların tutkusunun yansımalarıyla yaşamaya başlıyor. Çiftin yanındaki küçük kızsa, hiçbir şeyin masum olmadığı hikayede bu görevi üstleniyor ve açmazların ortasında dönenip duran üç karakteri belli bir düzlemde buluşturuyor. Demirkubuz’un son filmi “Kader”deki hikayenin sonrasını anlatan “Masumiyet”; Güven Kıraç, Haluk Bilginer ve Derya Alabora’nın oyunculuk eğitimi verdikleri bir film haline de geliyor. Özellikle Bilginer’in Türkiye (belki de dünya) sinema tarihine geçen uzun monoloğuysa her türlü övgünün ötesinde değerler taşıyor. Çeşitli festivallerden ödüllerle dönen bu ‘kılçıklı’ ama masumiyete de büyük pay biçen Demirkubuz filmi, üç üyesi olan bir ‘kaybedenler kulübü’nün ruhuna saplanmış bir bıçak etkisi yapıyor seyirci üzerinde. “Kader”le birlikte izlendiğindeyse bu etkinin sınırlara dayandığını, durumdan kurtulmak için kaçacak köşe kalmadığını görüyoruz.
Empire Türkiye dergisinin
Nisan 2007 tarihli sayısında ve DVD+ dergisinin
Haziran 2007 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Not: 8/10
2003 Rusya, 110 dk.
Yönetmen: Andrey Zvyagintsev
Oyuncular: Vladimir Garin, Ivan Dobronravov, Konstantin Lavronenko, Natalya Vdovina
BU FİLMİ SEVDİYSEN BUNU DA GÖR!
Sürgün / Izgnanie (2007)
Yönetmen: Andrey Zvyagintsev
RUS sinemacı Andrey Zvyagintsev’in ilk yönetmenlik denemesi “Vozvrashcheniye” (Dönüş), bir ilk filmden beklenmedik oranda ‘olgun’ bir çalışma. Bir adım daha öteye gidersek bunun bir ‘başyapıt’ olduğunu bile söyleyebiliriz. 12 yıl sonra eve dönen babalarıyla ‘garip’ bir tatile çıkan iki çocuğun hikayesini anlatan yapım, bunu yaparken üç karakterin (özellikle de iki çocuğun) halet-i ruhiyeleri üzerinde geziniyor daha çok. Tanımadıkları, bilmedikleri bir adamla çıktıkları yolculukta hem babaları hem de kendileri hakkında bazı ‘gerçekler’le yüzleşen, hayatın onlara dayattıklarına dair kimi ‘görüşler’le donanan iki yeni yetmenin hezeyanları, “Dönüş”ü benzerine az rastlanır bir duyarlılığa taşıyor. Çocukluktan erkekliğe doğru atılan adımların resmini yapan, üç insanın birbirlerine karşı olan zaafiyetlerinin altını çizen, kişisel tercihlerin insan ruhunda açtığı yaraları gözümüze sokan, giderek bir ‘ağıt’ formuna kavuşan yapım, son yılların belki de en sağlam karakterizasyonlarından birini getiriyor yamacımıza. Andrey ve Ivan adlı iki çocuğu kusursuza varan bir gerçeklikle canlandıran Vladimir Garin (çekimlerden kısa bir süre sonra hayata veda etti) ve Ivan Dobronravov’un bu filme kattıklarıysa kelimelerle ifade edilecek gibi değil. Bu açıdan yönetmen Zvyagintsev’i de kutlamak gerek, zira bu iki çocuğu böylesi bir noktaya taşımanın altından ustaca kalkıyor ilk filminde. “Dönüş”te anlatılanların metaforik bir yanı olduğu da iddia edilebilir; SSCB’nin dağılmasından sonra eskiye özlem duyan Rus toplumunun da bir tür aynası denebilir bu film için. Uzun süre ortadan kaybolan ve onları ‘öksüz’ bırakan devletin, ne kadar ‘sert’ görünse de koruyup kollayıcı bir ‘figür’ olduğunun altını çiziyor yapım. Birçok ödülle taçlandırılan, SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) tarafından da ‘yılın en iyi yabancı filmi’ seçilen “Dönüş”, Rus sinemasının son yıllardaki en çarpıcı ürünlerinden biri…
DVD+ dergisinin
Haziran 2006 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
24. ELVEDA (The Farewell) 2019 ABD-Çin, 100 dk. Yönetmen: Lulu Wang
25. MÜRİT (The Lodge) 2019 İngiltere-ABD-Kanada, 108 dk. Yönetmenler: Veronika Franz & Severin Fiala
26. KUZULAR FİRARDA: UZAY PARKI
(A Shaun the Sheep Movie: Farmageddon) 2019 İngiltere-Fransa-Belçika-ABD-Çin, 86 dk. Yönetmenler: Richard Phelan & Will Becher
34. YIRTICI KUŞLAR (VE MUHTEŞEM HARLEY QUINN)
(Birds of Prey: And the Fantabulous Emancipation of One Harley Quinn) 2020 ABD, 109 dk. Yönetmen: Cathy Yan
35. MATTHIAS VE MAXIME
(Matthias et Maxime / Matthias and Maxime) 2019 Kanada-Fransa, 119 dk. Yönetmen: Xavier Dolan
25. BİR RÜYA İÇİN AĞIT (Requiem for a Dream) 2000 ABD, 102 dk. Yönetmen: Darren Aronofsky
26. KORKAK ROBERT FORD’UN JESSE JAMES SUİKASTI
(The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford) 2007 ABD-Kanada-İngiltere, 160 dk. Yönetmen: Andrew Dominik
29. KARANLIKTA DANS (Dancer in the Dark) 2000 Danimarka-Almanya-Hollanda-İtalya-ABD-İngiltere-Fransa-
İsveç-Finlandiya-İzlanda-Arjantin-Norveç-Tayvan-Belçika, 140 dk. Yönetmen: Lars von Trier
30. İHTİYAR DELİKANLI (Oldeuboi / Oldboy) 2003 Güney Kore, 120 dk. Yönetmen: Park Chan-Wook
31. KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ (We Need to Talk About Kevin) 2011 İngiltere-ABD, 112 dk. Yönetmen: Lynne Ramsay
32. KARANLIK YOLCULUK (Donnie Darko) 2001 ABD, 113 dk. Yönetmen: Richard Kelly
65. BEYAZ BANT
(Das Weiße Band: Eine Deutsche Kindergeschichte / The White Ribbon) 2009 Almanya-Avusturya-Fransa-İtalya-Kanada, 144 dk. Yönetmen: Michael Haneke
66. HİÇBİR ZAMAN BURADA DEĞİLDİN (You Were Never Really Here) 2017 İngiltere-Fransa-ABD, 89 dk. Yönetmen: Lynne Ramsay
67. HAKLI İNTİKAM (Boksuneun Naui Geot / Sympathy for Mr. Vengeance) 2002 Güney Kore, 129 dk. Yönetmen: Park Chan-Wook
KABURGALARIM çatlamış veya kırılmıştı, ya da ben öyle sanıyordum. Sağ ayak bileğim de burkulmuştu, ama o bölgede hafif bir sızı dışında kırık çıkık yoktu. Yürüyebilirdim. Dönüş yolu uzundu ve yalnızdım. Nicolas Roeg şaheseri “Sonsuz Çöl”deki (Walkabout) gibi yanımda kardeşim de yoktu, yapayalnızdım. Ve fakat adam genç ve ateşliydi, koymazdı o yol! Tabiatı ‘keşif’ turuna tek başıma çıktıysam, bunun sonuçlarına da katlanmak zorundaydım.
Dere tepe yürürken, arada tırmanmam da gerekiyordu. Ve bu tırmanışlardan birinde ayağım kayınca yuvarlanıvermiştim bir 10-15 metre kadar. İşin kötüsü, bu halde yeniden tırmanmam gerekecekti o tepeye. Tepenin ardında ne göreceğim zerre kadar ilgilendirmiyordu artık beni, acıya teslim olmuştum. Sıkıp yok edilebilecek bir acı da değildi ki bu, neremi tutacağımı dahi bilemiyordum. Sen misin saçma sapan yerlere girip çıkan, olacağı buydu işte!
Ağustos güneşinden olabildiğince kaçabilmek için öğleden sonra çıkmıştım yürüyüşe. Ve hava yavaş yavaş kararıyordu, hızlanmalıydım. Bu halde mi?
‘Keşif’ turu dedim ya, biraz rotayı da harmanlamıştım doğrusu. Hava kararırsa dönüş yolunu bulmam zor olurdu. Acıyı bal eyleyip tırmanışa geçmeliydim artık. Kafa sesi gevezeliğini kısa kessem iyi olacak! Okumaya devam et →
HIGH LIFE 2018 Almanya-Fransa-İngiltere-Polonya-ABD, 110 dk. Yönetmen: Claire Denis
LANETLİ KUMAŞ (In Fabric) 2018 İngiltere, 118 dk. Yönetmen: Peter Strickland
DİĞERLERİNİN SESSİZLİĞİ
(El Silencio de Otros / The Silence of Others) 2018 ABD-İspanya-Kanada-Fransa, 96 dk. Yönetmenler: Robert Bahar, Almudena Carracedo
YÜZLEŞME (Grâce à Dieu / By the Grace of God) 2018 Fransa-Belçika, 137 dk. Yönetmen: François Ozon
ÜÇÜNCÜ EŞ (The Third Wife) 2018 Vietnam, 96 dk. Yönetmen: Ash Mayfair
BU HER ŞEYİ DEĞİŞTİRİR (This Changes Everything) 2018 ABD, 97 dk. Yönetmen: Tom Donahue
BİR GÜN (Egy Nap / One Day) 2018 Macaristan, 99 dk. Yönetmen: Zsófia Szilágyi
RÜZGAR (The Wind) 2018 ABD, 86 dk. Yönetmen: Emma Tammi
ÖLÜLER VE DİĞERLERİ
(Chuva é Cantoria na Aldeia dos Mortos / The Dead and the Others) 2018 Portekiz-Brezilya, 114 dk. Yönetmenler: Renée Nader Messora, João Salaviza
MONROVIA, INDIANA 2018 ABD, 143 dk. Yönetmen: Frederick Wiseman
NEHİR KIYISINDAKİ OTEL
(Gangbyeon Hotel / Hotel by the River) 2018 Güney Kore, 96 dk. Yönetmen: Hong Sang-Soo
ALICE T. 2018 Fransa-Romanya-İsveç, 105 dk. Yönetmen: Radu Muntean
BEBEK Parkı’nda bir bankta ayıldım… Nisan sabahı, buz efektiyle ayıltmıştı beni. Oraya nasıl geldiğim, o banka nasıl kendimi attığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Şarapla yıkanmış gibiydim, leş gibi kokuyordum. Belli ki bir yerlerde yemiş içmiş, dağıtmıştım. Ama nerede, kimlerle, nasıl, hatırlamıyordum.
Telaşla elimi cebime attım, cüzdanım da yoktu. Gece bir yerlerde düşürmüş olmalıydım, ya da bankta ölü gibi yatarken biri gelip söğüşlemişti beni. Bildiğim bütün küfürleri sıralarken, bir yandan da baş ağrısının sağ kanattan gelen hücumlarını bertaraf etmeye çalışıyordum. Beynime çivi çakılıyordu sanki!
İki işçi beliriverdi uzaktan. Parkı temizleyip sulamak için gelmişlerdi. İçlerinden biri beni görüp, tek kelime etmeden bir el hareketi yaptı, kışkışlar gibi. “Sizle mi uğraşacağım” deyip, ardına da tumturaklı bir küfür sallayıp kalktım banktan. Arkama bile bakmadan uzaklaşırken, aynı küfür misliyle takip ediyordu beni. Lügatları benden kuvvetliydi!
Neyse ki peşimden gelmediler; bir de dayak yiyemezdim bu halde… Parktan çıktığımda güneş azıcık da olsa ısıtmıştı içimi. Ayılmanın ötesine geçmiştim, cin gibiydim. Bir de şu baş ağrısı olmasaydı! Okumaya devam et →
MİDEMİN paramparça olduğunu hissettiren o meşum ağrıyla uyandım bu sabah da… Birkaç aydır bedenimle birlikte ruhumu da teslim almıştı bu ağrı. Çevremdeki herkesi canından bezdiren melun bir adama dönüşmüştüm. ‘İyi insanlık’ motivasyonum neredeyse sıfırlanmıştı. Herkese ve her şeye kuşkuyla yaklaşıp paranoyaklaşmam da cabası. Kurtulmak istiyor muydum bu ruh halinden, o da kuşkuluydu. ‘Kötülük’ün kıskacında debelenmek çekici geliyordu sanki.
Yataktan kalkıp salona doğru seyirttiğimde, içimde kalan son insanlık kırıntılarıyla tek gözlü kedim Yimou’yu (evet, Zhang Yimou!) kucağıma aldım. Onu sevip okşamak, mırıltısını hissetmek, kısa bir süreliğine de olsa iyi geldi. Ama ağrıdan tümden kurtulmak gibi bir şey söz konusu değildi belli ki, yakıp kavuruyordu bütün bedenimi. ‘Dünyanın bütün sabahları’ böyle olamazdı, olmamalıydı!
Yimou’nun mamasıydı, kumuydu derken evden çıkış saatim gelmişti. Daha fazla oyalanmanın anlamı yoktu, çıktım…
(Şimdilik seni serüvene ortak edemedim sevgili okur, kusuruma bakma! Belki ileride…) Okumaya devam et →
KIŞ 1987… Şubat… Soğuklar arasından en soğuğunu seç tadında bir hava… O sıralar yanında kaldığım ağabeyimin Şirinevler’deki evinden çıkıp yola koyulduğumda akşam üstü saatleriydi. Hedefse Anadolu yakası, tam olarak Çiftehavuzlar. Yol uzun, meşakkatli ve hırpalayıcı. Üşenmedim değil, ama söz vermiş bulundum, geleceğim diye. Söz verdiğim yerlere gitmediğim olmuyor muydu, tabii ki oluyordu ama buna ben de gitmek istiyordum belli ki. “Gitmesem bu satırları karalamam da mümkün olmayacaktı” diyerek rahatlatayım kendimi. Ezcümle, iyi ki gitmişim!
Nereye gideceğimi söyledim de, ne için yola koyulacağımı söylemedim. Onu da vakit kaybetmeden arz edeyim efendim. Bir arkadaşımın doğum günü partisine -mümkünse- ışınlanmaktı hedefim. Yanlış anlamayın, ‘partilerde kız tavlama sanatı’nı icra etmek gibi bir amacım yoktu. Sevdiğim, yanında olmaktan keyif aldığım arkadaşımı kıramamış, geleceğim diye söz vermiştim.
Yol serüvenimle kafanızı ütülemeyeyim; bildiğiniz, hepinizin İstanbul trafiğinde neredeyse her gün yaşadığınız bir toplu taşıma çılgınlığı işte! Minibüs, otobüs, vapur ve dolmuştan mürekkep bir ‘kare as’ seyahati. Belki başka bir hikayede bu seyahatin de içinde kayboluruz, kim bilir! Okumaya devam et →